Mary And Max
“Love yourself first”
( Önce kendinizi sevin! )
Sitemin ilk yazısı olarak Uzak Doğu dışında bir yere ait bir filmle başlangıç yapmak da bi’ değişik oldu; ama feci sevdiğim, bayıldığım harika bir filmle başlamak istedim bu yolculuğuma. Bu arada sitenin doğum günü olarak seçili tarih de çok özel denk geldi; mutluyum. Kahrolsun bağzı şeyler! =)
Öhöm ne diyorduk? Evet başlangıç olarak seçtiğim film Mary ve Max oldu. Hemen hemen izleyenlerin hepsinin sevdiği bir animasyon oluyor kendileri. Ki animasyon deyip geçmek çok haksızlık olacak; zira kendileri en zor tekniklerden biri olan stop motion ürünü. Filmin yapımının 5 yıl sürdüğünü de belirtirsem ne kadar zahmet harcanmış bir film olduğunu daha iyi anlayacaksınız. Onca emek harcanmış, emeğe saygı gençler =P Hayranım demiştim di mi? Bi’ daha diyorum, en sevdiğim filmlerdendir kendisi.
İşe karakterleri tanımakla başlayalım; Mary; 8 yaşında, ailesine rağmen yapayalnız bir kız çocuğu, Avustralya’da yaşıyor. Alkolik bir baba, anne figürüne tamamıyla aykırı bir anneden bunalan Mary, tesadüf eseri bulduğu birine mektup yazıyor. Ve karşısında 44 yaşında Asperger Sendromlu Max’ı buluyor.. “Akrabalarımız tanrıdan gelir, çok şükür arkadaşlarımızı kendimiz seçebiliriz.” Ve Mary, Max’i seçiyor..
Mary; hayatında merak ettiği soruları soracak tek insan olmayınca Amerikalı tanımadığı bir adamdan yardım dilenen; yüzündeki çikolatadan leke sayesinde ( doğum lekesi değil, çikolata!) cennette çikolata dağıtım yerinin başına geçeceğine inanan, arkadaşları tarafından sürekli dışlanan, gülümsemeyle çok işi olmadığı için annesi tarafından ağzına çizilen rujla devamlı gülümser halde görünen el kadar kız çocuğu.
Ve Max.. Amerika’da yaşayan, en sevdiği dizisini; birinde ses olup görüntü olmayan, diğerinde görüntü olup ses olmayan iki televizyonu üst üste koyup izleyen; ateist olmasına rağmen sırf kafası üşüyor diye takkesi her daim kafasında duran, çevreye çok aşırı duyarlı, yere izmarit atanların azılı düşmanı, sen hiç sekstin mi gibi sorularla karşılaşınca “hassas”lığından kaynaklı anksiyete krizi geçirip aylarca hastanede yatabilecek kadar naif bir adam… Ki filmlerdeki dizilerdeki hikayelerde her insan kendisini bir karaktere daha yakın bulur ya; benim bu filmde kendimi yakın bulduğum karakter Max oldu. Bunun bağlaç de/da’ya takık olmam, kelimeler üretip ilgili yerlere du’ bakalım mail atayım diye lüzumsuz uğraşlara girmem, sigara izmaritlerini ve çekirdek kabuklarını yere atmakta beis görmeyen insanlardan nefret etmemle çok da alakası yok aslında =P Cidden sevimlilik abidesi bir karakter Max… İnsanın empati yapası geliyor, kendisini pamuklara sarıp bu vahşi, rahatsız edici dünyadan koruyası geliyor. Bir insan bu kadar naif olmamalı! Böylesi bir dünyada hele!
Bu iki yalnız insan; mektuplar vasıtasıyla yalnızlıklarına son veriyorlar. Darılıp barışmalar filan derken bitiyor masal. Geriye böylesi bir güzelliğin bu kadar çabuk bitmesinden mi kaynaklı yoksa bu böyle olmamalıydı’nın üzüntüsünden mi kaynaklı hala anlam veremediğim bir mutsuzluk kalıyor. Muhakkak izlemenizi tavsiye ediyorum; dostluk nasıl olur görmek için. Gerçek bir dostluk için ne arada mesafeler olması, ne yüzünü görmen, ne sesini duyman filan gerekiyor; bir şeyler paylaşabiliyor musun mesafelere rağmen? Seni dinlediğine, seni anladığına inanıyor musun? Sana kıymet verdiğinin farkında mısın? Başka şeylere ne hacet! Bir Max’in var, Mary’in var! Mutlu olmalısın!
Filmde o kadar çok etkileyici sahne var ki; bir sahne de öylesine olsun di mi? Her kare tek tek incelense türlü türlü imalar vardır da o kadar iyi bir gözlemci değilim. Sokaktaki dilencinin Max’in her tepkisinden sonra önündeki kağıttaki değişimleri gülümseye gülümseye seyreyledim. 10 dolara sarılıştan- Free Huge’a uzanan bir süreç=P!
Mary’nin sorduğu her “korkunç” soru sonrası Max’in bir köşeye koşup elleri ağzında ve kafasında, şok ifadesiyle kalakalmasında kahkahalarla güldüm. Mary’nin evinden çıkmaya korkan yaşlı komşunun adım adım korkusunu yenmesiyle ben de zafer çığlıkları attım oturduğum yerde. Max”i kayırıyorum gibi oldu yazı; ama abartısız her karakter sevilesi. Mary’nin annesi bile!=P
Bundan sonra baba spoiler olacak izlemeyenlerin okumamasını tavsiye ederim;
Filmdeki en etkileyici sahne klavye sahnesiydi benim için. Mary’nin hatasından sonra Max’in kızgınlığını, öfkesini anlatabilmesinin yolu daha farklı olsaydı bu kadar etkileyici olur muydu bilmem. Klavyeden kendi isminin de baş harfi olan harfi söküp Mary’e yollamak nedir be adam? Max, açıp telefonu ağzına geleni saydırsa, ne bileyim sayfalarca Mary’e olan öfkesini kussa sanmıyorum ki bu kadar etkileyici olsun. Benim bile ağrıma gitti mektuptan çıkan “M” tuşu, Mary’i düşünemiyorum bile.
Sonra affettiği sahne. Affettiği mektup doğrusu, mevzubahis hiç karşılaşamayan iki insan olunca.. Boğazımda bir yumruyla kalakaldım; seni affediyorum, çünkü sen mükemmel değilsin deyişi.. Sen benim en iyi arkadaşımsın, sen benim tek arkadaşımsın diye bitirişi.. Max’in büyüklüğüne, yüceliğine hayran kaldım. İnsanları affetmekte çok zorlanan bir insan evladı olarak utandım kendimden.
Ve son sahne.. Mary’nin mektuplarıyla, hatıralarıyla dolu bir tavan. Ve Max’in kapalı gözleriyle o tavana baka baka sonsuz uykuya geçmesi.. Bu nasıl sevgiymiş be Max?
Yollarınızın bir şekilde kesiştiği ve şekerli sütü birlikte paylaşmaktan mutluluk duyacağınız insanlarla bol çikolata eşliğinde izleyin bu filmi. Mümkünse sadece en sevdiklerinizle paylaşın, ben öyle yapıyorum.
Filmden alıntı olarak Max’in o mektubunu seçmek istedim spoilera girebilir dikkat;
“Seni affettiğimin göstergesi olarak sana bütün noblets koleksiyonumu gönderiyorum. Kitabını aldığımda beynimin içindeki duygular çamaşır makinesinde birbirini eziyor gibiydi. Aynı dudaklarımı zımbaladığımdaki acı gibi. Seni affetmemin sebebi senin kusursuz olmaman. Sen kusurlusun, ben de öyleyim. Bütün insanlar kusurlu ,sokaktaki yerlere çöp atan adam bile. Ben gençken kendimden başka herkes olmak isterdim. Dr Bernard Hazelhof ancak ıssız bir adaya düşersem kendi arkadaş çevreme alışabilirmişim, sadece bana ve hindistan cevizlerine dedi. Kendimi kusurlarımla kabul etmem gerektiğini söyledi ve kusurlarımızı kendimiz seçemeyiz. Onlar bizim bir parçamız ve onlarla yaşamak zorundayız. Ama yine de arkadaşlarımızı kendimiz seçebiliyoruz ve ben seni seçtiğim için çok ama çok memnunum. Dr. Hazelhof ayrıca herkesin yaşamı uzun bir kaldırım gibidir dedi. Bazılarının taşları iyi döşenmiştir, benim gibi diğerlerininkiler çatlaklar, muz kabukları ve izmaritlerle doludur. Senin kaldırımın da benimki gibi ama en azından benimki kadar çatlakları yok. Umarım bir gün kaldırımlarımız kesişir ve bir kutu kremşantiyi paylaşabiliriz.
Sen benim en iyi arkadaşımsın.
Sen benim tek arkadaşımsın..
Amerikalı mektup arkadaşın Max Jerry Horowitz..”
Ve finali “o” şarkıyla yapalım;
Sevgiler..
Bir yanıt yazın